Andrey Platonov, hem yaşarken hem de ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde rejimin, partinin ve KGB’nin gadrine uğramış bir yazardı. Sovyet gerçekçiliğini kendince yorumlayan; devrimden sonra amaçsız kalıp emekçileri ve komünist fikirleri sömürmeye başlayanları anlatan, alegorilerle ve metaforlarla 1920’lerin ve 1930’ların Sovyet Rusyası’nı eleştiren, Stalin’i varoluşçu öğelerle yeren, yöneticilerin eylemleriyle ve iki dünya savaşıyla ufalanan insanı görünür kılan, idealler ile uygulamaların farklılığını propaganda ve paranoya ekseninde ele almıştı Platonov.
1918’den itibaren denemeler, şiirler ve makaleler yazan, 1920’lerin ikinci yarısından sonra öyküleriyle ve romanlarıyla adından söz ettiren Platonov, Stalin’in döneminden itibaren takibe alınmakla kalmıyor, eserleri önce sansürleniyor, ardından yasaklanarak KGB arşivine gönderiliyor. 1951’deki ölümünden 1990’a kadar sürüyor bu yayın yasağı.
Komünizmin felsefesiyle ilgilenen, SSCB’deki uygulamaları ahlaki ve politik manada eleştirdiği için yönetimle ters düşen Platonov, suyun başını tutanlar tarafından tehdit olarak görülüyor. Tam da bu yüzden sessizleştirilip yaşayan bir ölü haline getiriliyor.
Platonov’un kurmaca eserleri, yaşadığı coğrafyanın insanının başına gelenlerle ilgiliydi, hatta onunla sınırlı kalmıyordu, evrensel sorunlara da dümen kırıyordu yazar. John Berger tarafından “günümüzde dünyanın muhtaç olduğu hikayecilerin öncüsü” diye tanımlanan yazar, aç ve yoksul kesimlerin “kaderi”ni, daha doğrusu onları bu “yazgı”ya mahkum edenleri eleştirirken tıpkı Camus gibi hayatın yaşanmaya değer olup olmadığını da sorguluyordu.
Sorgulama, Platonov için her şeyin önündeydi; gösterilenin değil, gizlenenin ve görünenin peşindeydi. “Komünizm karşıtı” olarak damgalansa da onun asıl tepki gösterdiği şey Sovyet tipi komünizmdi. Kendisi gibi rejimin dişlileri arasına bürokrasi tarafından sıkıştırılanların yanında saf tutarken komünizmin kolektivizminin kapı dışarı edilmesini ve dayanışmanın örselenmesini eleştirmişti kitaplarında. Kısacası ruhu sakatlanan, köleleştirilen ve ölüm gösterilip sıtmaya razı edilen insanların hikâyelerini anlatmış; toplumu yansıtan bir edebî söylem geliştirmişti.
Platonov, bu söylemini kurmaca dışı metinlerinde biraz daha genişleterek okura sunmuştu. Sanatın ve edebiyatın, toplumsal dönüşümü nasıl şekillendirdiğini, toplumsal dönüşümlerden nasıl etkilendiğini, kişilerin bu anlarda hangi ruh hâllerine girdiğini ve zamanın ruhunun nasıl oluştuğunu ‘Edebiyat Fabrikası’nda ortaya koyan yazar, işin içine felsefeyi ve politikayı da katıyor.
‘SANAT, BU DÜNYAYI KANUNLARINDAN ÇEKİP ÇIKARACAK GÜÇTÜR’
İçinden çıktığı ülkenin kültürünü ve kendisini kuşatan politik ortamı gözden ırak tutmadan yol alan Platonov, hem genel manada hem de Sovyet Rusya bağlamında, sanatın ve edebiyatın topluma etkisini, toplumun sanatı dönüştürme koşullarını anlatıyor Edebiyat Fabrikası’ndaki yazılarında. Sadece bu değil elbette; sanatın kendisi ve insan için ne ifade ettiğini de: “Sanat aklın coşkun rüyasıdır. Her şeye erişmiş, her şeye hâkim olmuştur sanki; hem uyum hem mükemmeliyet hem hakikattir, her şeydir… Sanat, dünya dedikleri sınırsız kaosun ortasında benim benlik idealimdir.”
Rusya’nın edebî geleneği ve o geleneğin yetkin isimleri Dostoyevski’yi, Gorki’yi, Puşkin’i okurken ya da Karel Çapek’i, Ernest Hemingway’i anlamaya uğraşırken, Anna Ahmatova’yı ve Mayakovski’yi tartışırken bahsettiği coşkuyu duyumsuyor Platonov; devrimi de bu coşkulu ruhta ve tutkuda arıyor her şeyden evvel.
Sınırlardan ve sınırsızlıktan bahsediyor Platonov; Dostoyevski romanlarını, burjuva ve proletarya ilişkisinin yanı sıra şiiri çözümlerken bahsi geçen sınırları ve uçsuz bucaksızlığı sürekli göz önünde bulunduruyor. Birliğin ve mutluluğun proleter sanatla mümkün olduğunu söylerken özgür iradeyi de kendi sınırı ve koşulu haline getiriyor.
Kurtuluşu, insanın içinde değil dışında arayan Platonov, sanatın ve edebiyatın da buna önemli katkı sağladığını düşünerek bir tanım yapıyor: “Sanat, bu dünyayı kanunlarından çekip çıkaracak, debelenip durduğu yerden kurtaracak ve insanı istediği değil, olmak istediği hale dönüştürecek güçtür.”
Proleter şiir ya da “büyüğün kenarında filizlenip yeşeren küçük insanlığı seven” Gorki’nin yapıtlarına dair kalem oynatırken hep o sanat tanımını elinin altında tutuyor.
AVRUPA VE RUSYA KARŞILAŞTIRMASI
Sanatçının ve yazarın zorlu yolculuğunu, şüphesini ve yaratma sancısını irdelerken üzerine yuvarlanan devasa ve soğuk kayaların varlığına dikkat çekiyor Platonov; bu yolda sanat, tarih, düşünme ve eylem babında Avrupa ve Rusya karşılaştırmasına girişiyor. Rusya’da gerçek yazarların yaşama sızmak için taşraya gittiğini, bazen de oralara gönderildiğini, elde ettiği tecrübeyle metinlerinde “ruhları bir toprak gibi sürerek” bir anlamda “edebiyat fabrikası” kurduğunu hatırlatıyor. Ardından, yazar ve toplum ilişkisine dair bir not düşüyor: “Yazarın ruhuyla kolektifin ruhu arkalarındaki mahrem kapılarla birleştirilmelidir, bu olmadan sanatçı tasavvur edilemez. Ancak edebiyat sosyal bir meseledir, onu bir ustanın, bir edebiyatçının yönetimi ‘kurgusu’ eşliğinde sosyal bir kolektifin inşa etmesi de gayet doğaldır. Bu ustanın elbette büyük hakları ve imkânları vardır ancak romanı sosyal, yenilebilir bir malzemeden üretmelidir. Kelime de sosyal bir elementtir; olay da karakterin hareketleri de toplumsal bir sebeple ateşlenebilir, öyle olduğu söylenebilir, yanlış da değildir.”
“Vaaz değil bilgi veriyorum” ve “insanlardan ve halktan aldığımı içime batırarak onlara geri gönderiyorum” diyen Platonov, hem tecrübelerinden hem de çalışma biçiminden hareketle sanatın ve edebiyatın, bireyle ve toplumla etkileşimine ilişkin fikirler ortaya atıp gözlemin, aklın ve geleneğin önemini vurguladıktan sonra yanıtı hayli eleştirel olan bir soruyla çıkıyor karşımıza: “Ete kemiğe bürünmüş haliyle sosyalist devrimi emanet edebileceğimiz emekçi insanlığın şanlı tarihini sürdürebilecek geleceğin insan imgesi nasıl olmalıdır? Geleceğin insanının bu somut imgesi, sadece sanatın araçlarıyla, bilimsel makaleyle değil bir sanat eseri formunda ortaya çıkabilir.”
Platonov sanatın, edebiyatın ve şiirin sanatçıda, yazarda ve şairde yarattığı coşkunun yanı sıra eserlerin toplumdaki karşılığını, geleceğe kalma koşullarını anlatıyor ‘Edebiyat Fabrikası’ndaki metinlerinde. Sanatçının, yazarın ve şairin içinden çıktığı toplumdan nasıl etkilendiğini ve onu nasıl etkilediğini ortaya koyarken içeriğin, yaratıldığı dönemi belirlemedeki katkısını paylaşıyor okurlarla. Bunu yaparken son derece yalın ve mustarip olduğu sansürün yanından bile geçmeden eleştirel bir tavır takınıyor.